Kategori arşivi: Denemeler

denemeler

Yeni Bir Gün İle Duygularım

Yaşam ne kadar kısa.Onca zaman geçti hayatımdan.Önceden birkaç yıl önce daha çok gülerdim.Daha mutluydum herhalde,en azından şimdi mutlu değilim.Geçen zamanlarda belki şiirler yazılar daha anlamsızdı.Mutluluğum bu yüzden miydi bilmiyorum.
Şimdi duygularım,hislerim beni boğuyorlar beni havasız bırakıyorlar.Oysa duygularım gerçek, ancak neden beni boğuyor ve havasız bırakıyorlar.Oysa hislerim; sana duyduğum hislerim ,bana dost olmalı ,bana yardım etmeli.Denizin sesi ,görüntüsü daha güzel gelmeli gözüme.Ayın yansıması güçlü,güneşin ışıkları sıcacık olmalı.Ancak öyle değil işte deniz hep dalgalı,ay hep güçsüz,güneş soğuk…İşte bu yüzden resimlerim daha anlamsız,yazılarım karma karışık,şiirlerim düzensiz.
Boşluktayım yine bir uçurumdan düşercesine boşluktayım…Etrafımdakiler mutlu ben ise boşlukta.Yine dalga geçiyor benimle hayatım.Ne kadar istedim başa dönmeyi ama bu boşlukta öyle çaresizim ki.Hayır hayır! Çok da çaresiz değilim.Kurtulabilirim buradan.Kağıdım var kalemim var,azda olsa boyalarım.Yazacaklarım,çizeceklerim beni anlar beni dinler bana kurtulmanın yollarını gösterir.
Paylaşmam gereken bu duyguları ve hislerimi paylaşacak kişi bulduğumda yaşanırsa bu duygular anlam kazanacak,önemli olacak…
Doğada güneşin doğması ve batması için bir gün gereklidir.Yaşamı nasıl yaşamak konusunda seçim yapmak için kaç günümüz var.Ama biliyorum ki güneş nasıl doğuyorsa her sabah sende benim hayatıma doğacaksın birgün.

Sedef

Karanlığa Savaşla Yazılanlar

Bir daha ısınamayacaksın, soğuyan ellerin uzanamayacak dostluklara!
En azından bir kez olsun geriye bakma fırsatın var… Çiçeklerle dostluğunun
süresini… sevginden aldığın hazları… iç güzelliğinle saçtığın ışıkları bir
daha gözden geçir!

Ne yazık ki
Senin yarınlarına onlar karar verecekler.
Belki bir daha mart gelmeyecek. Karlar içine gömülemeyecek çocuk ayakların.
Senden sonra okullardan savaş izleri silinemeyecek. Sen anılacaksın kitaplarla.
Kan izlerini görmeden, acıları hissetmeden son bir defa daha sarıl ananın
kollarına
Nefes nefese
Vedalaş çiçeklerle.
Acılar duygularına adım attıkça zaman daralıyor.

Anıların
Saplanırken yüreklerine yaşayanların
Sen asla unutulamayacaksın.
Öfkeleri olduğu yerde bırakmak yerine
Neden savaşmak istiyorlar? Ne istiyorlar senden hiç düşündün mü?
İçlerindeki düşmandı onları harekete geçiren! Biliyorum kendileriyle bile dost
olamayanların çılgınlıklarıyla karşı karşıyasın.
Elimden bir şey gelmiyor ! Özünde ölümler, gözyaşları olan savaşlarla seni
hedef alan düşmanlıklara engel olamıyorum.
Sen çok küçüksün… Seni çok seviyorum!
Korkuya gölge, ağıta malzeme arayanların reçetelerindeki fos duygular yarın bir
bir ortaya dökülecek… Tutkular kan lekelerini mürekkepleriyle yazarkan ellerini
titretecek bazılarının. Gözlerin arkada kalmasın çocuk!

Sofra başında bir lokma ekmeği yemeden aç acına gözyaşlarıyla düşerse üzerine
anan, ona gülümsemeyi unutma!
Şu an çıkar kokan savaş tacizleri altında yaşıyorsun Irak pencerelerinde
titriyor.
Yaşlı çizgiler senin de peşine düşüyor!
Biliyorum tank uçlarında çiçekler yaşayamaz… Savaş sevgi değil acı taşır
evlere !
Kan izlerini görmeden, acıları hissetmeden son bir defa daha sarıl ananın
kollarına
Nefes nefese
Vedalaş çiçeklerle.
Acılar duygularına adım attıkça zaman daralıyor.

Üzeyir Lokman Çaycı

Kahkahalar Artıyor, Bir de Ağlıyordu

Ne sendin o ne de başkası. Aynaya yansıyan başkasıydı. Başkası!
Sanki kırk yıllık yabancı. Gözleri buz gibi dudaklar suskun… Dudaklar
buz gibi gözler suskun… Onlar uzak, onlar donuk, onlar boş… Bu yüzünün
kesişme noktasıydı.
Yollara vurulmuş bir sürgündü. Meçhule giden bir yolcu. Önü
karanlık, önü kanla kaplı… Vakit ise dönmek için çok geç. Zamanla bir bağı
kalmamıştı. Çünkü zaman pervasızdı. Büyük bir umarsızlıkla ilerlemişti
önü sıra. Hep dalga geçmişti hayalleriyle. Hep bekletmişti soğuk ve
köpeklerin dolaştığı caddelerde…
Üşütmüştü!
Üşümüştü!
Başı kaldırım taşlarına kardeş olmuştu, yalnızlık kapısına
dayandığından beri. Kendi kendine konuşmuş, çocukluğundaki oyunları oynamıştı.
Özlemle ağlamış, olur olmaz kahkahalar atmıştı. Beyoğlu küçümsemişti
onu, o da Beyoğlu’nu…
Çaresizce beklemişti güneşin doğmasını. Bunu kendine yediremeyen
gece daha da kararmıştı. Ama yalnızdı ve de soğuk… Bundan da öte
umutsuz. Aylardır sabaha kadar gözünü kırpmamıştı. Bu koca şehir, uykusuzlukla
açlığı en derinden yaşatmıştı. İşte bu yüzden sevmiyordu, kalabalık ve
ölüm makinesine dönen ışıklı kent İstanbul’u. Gözünde hep silikti;
insanları, yolları, çocuk parkları…
Ne komik, dediler bu haline. “Ne komik… Sen de bizim gibi ol.
Yaşa, yaşayabildiğin kadar. Bu seslenişi artık bırak. Gitme daha öteye…”
Ama gitmişti. Gidecekti de! Bulamasa da… Zamana bu yüzden ihtiyacı vardı
işte. Ne var ki unutmuştu! Uğramaz olmuştu ocağına, yalnızlığına,
cennetine… O da diğerleri gibi onu bu zalim şehirde yapayalnız bırakmıştı.
Geleceğim, demişti. Gelmemişti! Hem de hiç… Derin yaralar açmıştı
yüreğinde. Kanatmıştı dizlerini…
Artık yorgundu, artık bitkin… Çorbası soğuk! Zamanı bekleyecek gücü
kalmamıştı. Her gece eli muslukta… Akan suya aldırmadan… Gözlerini
dikiyordu kirli aynaya… Derin çizgiler görüyordu yüzünde, dudakları
dermansızca kımıldanıyordu, çocukluğuna akıyordu makyajı… Öylece duruyordu. Bir
yandan da konuşuyordu kendi kendine, anlamlı anlamsız gülüyordu! Ona
aldırış etmeyen zamana kızıyor… Bazen küfrediyor… Bazen kahkahalar
savuruyor… Musluk hala akıyor… Bir de ağlıyordu.

Gülay Soydan Pehlevan

İçinizdeki Şehir

Sessiz bir pazarlıkla satın aldığınız içinizdeki şehirde yaşıyorsunuz.
Henüz borçlarınızı ödeyemediniz.
Siyahlayan göz kapaklarınız altında bir şeyler hissetmeye çalışıyorsunuz.
Kendinizden uzaklaştığınızı fark etmeden düşünce tellerini teleferik gibi
kullanarak en uzaklara kayıp gidiyorsunuz.
Sayısız unsurlara dokundukça tüyleriniz ürperiyor. Sizi aşan sözlerinizin
yankılarıyla sarsıldığınızı hissettiğiniz anlardaki bağırmalarınızla özünüzdeki
kuşları kaçırıyorsunuz. Nefes alışverişlerinizle gülleriniz soluyor.
Çılgınlıklarınızla çatılarınızdan kristalleriniz dökülüyor.
Düşünme alanınız daraldıkça şehriniz büyüyor. Sokaklardan, caddelerden koştukça
yoruluyorsunuz.
Gecelerinize gerilim makinelerinizin ışınları düştükçe robotlaşıyor
insanlarınız.
Kirli sularınızdaki kurbağalarınız timsahları dahi korkutuyorlar.
İç yolculuğunuz yaşlandırıyor sizi.
İçinizdeki çığlıklar büyüyor.
Kırk ayaklı zorluklar üretiyorsunuz.
Laboratuarlarınızdaki yedek hücreler size tatlı anlar yaşatmaya fırsat
vermiyorlar.
İçinizdeki korkunun göstergesi sizi yukarıdan aşağılara bırakırken siz sesinizi
dahi çıkaramıyorsunuz.
Saatler kıpırdadıkça mevsimler sökülüyor yüreğinizden…
Aklınızdan hep yalnızlığınız geçiyor.

Üzeyir Lokman Çaycı

Ey Gülüm

Ey..! Rüyalarımın penceresine gizlice yaslanan
Ey..! Hülyalarımın perdesini sinsice aralayan
Ey..! Düşlerimin pergelini izlerinle karalayan

Hayallerimin damlasında akan sen, gözlerimin boğuntusunda bakan sen.
Her anımdan zihnime kurulan, her yanımdan fikrime vurulan, her yazımdan
sonra sislerinle oyalayan: Günlerimin şafakları senle doğar, Gözlerimin
nemleri seninle batar.

Sana olan sevdaya son vermişken, umutsuz sevgiyi zamanın kuyusuna
gömmüşken, karanlığın işaretine ulaşmışken… karşıma çıktın. Tebessümün
ruhumun kalıbında dondu. O günün damlası kan sızarak kalbimi yoran,
günlerin teni gözlerime dolan, güllerin rengi gönlümü soran. İsmin canıma
mimlenmiş, cismin kanıma milleşmiş. Sancılı kalıp içersinde kavrulup duran
ben. Gözlerimiz kilitlendi: Sana olan sevdam yeniden filizlendi.
Bakışlarında şiir satırları gördüm, tebessümünde hatırların izlerini buldum.
Belki de bu umutsuzluğun alevinde mantığımı söndüren boş ve uzak olan
sevda düşüdür. Gözlerim gözlerini arıyor, sözlerim sözlerini sarıyor…

Beni ret etseniz de, yüreğinizde set çekseniz de; sizin gönlünüzü
sıkacak, ruhunuzu daraltacak gelişmelerden uzak kalacağımdan emin
olabilirsiniz.

Var oluş istikameti iki kanattır: Biri sanatla medeniyetin dairesine
ulaşmak, diğeri de ihsanların gayesinde bulaşarak ufuklarda süzülmektir.
Var oluşun istirahatı iki kanattır: Biri kişilik ve kimliğin olgunda
şahsiyet donanımı, diğeri de şahsiyetlerin olgunluğuna ayna olacak ve
bütünlük içersinde tamamlayacak eştir.

Benimle hayat yolculuğuna çıkmayacaksanız da; çürük bedenimi sahiller
boyu sürükleyerek, yumuşak kumların batışıyla ağır ağır yürüyeceğim.
Aydınlık gözlerin ufkunda gündüzün perdesi kapanarak, gecenin karanlığına
benliğim yaslanacaktır. Üzerime yığılan zifiri karanlığın bağrıyla size
olan hislerimi derin kör kuyulara atacağım. Gözlerimi dolduran geniş
deryanın ıslaklığı yüreğime çökecektir. Ve… Sizler; meçhullerin bir
daha açılmamak üzere dikenli güllerin bahçesinde gölgenizi kalbime
gömeceğim.

Özkan Karaca

En Sevgili’ye 2

Gül–abı baran sanıp enfas-ı ra’na nesima eyledi bana… öyle baha… öyle
hüsn değil… aşık-ı şuride bitab-ı mahzun bana…kan ağlarken inci yüklü
didesinden vefa yurdunda gül-i nesima bana…ağız bana… dil bana… göze
bulaşan yüz bana…o ra’na ki eylese… nuş-i şarap ile… aşıkların ezgisinden
gönül sinesine… ney ile rebab ile… masivadan geçip yakın kılsa beni
kabrine…baştan sona kararıp da morarsam yar da ağlar… ağyar da ağlar
bana…yüzü baharan çiçekleri gibi açılıp da gülistan-ı letafette yetişmiş
bana…mutedil iklimlerden gül-i ra’na bana…

Nadide bir cevherim çağ yangınında lakin bilinenim yok… kabrine bakıp
da gözümden döktüğüm incilerim çok… gizemli hikayemi dinleyenim yok der
iken … dünya telefgahım oldu ah ile eyvah ile… derdime biçare düştüm
elisa çöllerinde… meryem meryem kokunla mutedil iklimlerden geldim sana…
tadı yok buraların defnedin beni defnedin… gül mesafesine düşmüş
kabrine sevgilinin…

Karar üzre karardı hünerli aşkı… gecelerime mumleyin yanardı…Leyl ile
yakın dost nehar ile zarardı… yok başkasına faydası o sadece bana
yarardı…o benden mutmain ben ona yanardım… tamama eren aşk gibi… sadık
arkadaş gibi… uzun ömürlü olaydı…sanki ne vardı… ol rabbim ki beni yakın
kıldı kabrine… ah ile eyvah ile ruz-i kıyametine… karanfil mesafesine
düştüğüm ilk günden beri… dırahşan ruhsarına ihanet etmedim ey sevgili…

Son nefesimde müjdemsin…dünyalık her günüm sen olsun diye…ol sebepten…
ayrılığın derdinden suzan oldum tümcelere… cümle alem ah ile eyvah ile
bağrıma düşse de… dostum de hele!… ey bağrım de hele!…bu kalb-i
fakirden hiç gider mi suretin…

O ilk kaşı vurmayaydım… aşkınla bisohbet kalaydım… bu denli suzan olup
canın özge yurdunda… hasret narında kalır mıydım…

Zahirde ilk gün görünce beni ukala sandın…sonrası anladın ki… sonrası
dedin… bir sürü akıl sıfatında nevbahar yüzlü budalasın… bir baharan
gecesi budalalığım suzan oldu narında… o gece seyr ü temaşaya dalıp
ruhunla cilveleşeceğim… gül-i baran olup kabrine düşeceğim…ki… mevlam nasip
ederse visale erme vakti dünyayı zehri-nak sanıp… alasından kam alıp
içeceğim kana kana…

İlk ve son günümü bildim gül-i handanım… o ki karanfil mesafesine
düştüğüm ölümüm… ol sebebim… değil mi ki bikam dünya sürgünüm… yetmez mi
mihrabından bana… adn’dan firdevs’ten bir yer etmez mi … ol esrarım
mübarek olsa dar-ı fenada… zümrüt-ü anka kuşuna ederdim uçuşlarımdan
şikayet…ki… cümbüşlerinden arabesk teraneyle ederdim sana şikayet…

Vuslatı ızhar ettim lakin elimde değil…çeşm-i naz ile… pesendide ve
dırahşan-ı ruhsar ile… ve nur-u ra’na ile… sarmaşık kıldı aşkın yangınını
elimde değil… bilahare bilmukabele kendimden geçtim… visal ümidiyle
masivayı ağu bilip içtim… yine mevta olamadım…en güzel yurdum… şimdiki
kalbimde özge yurdun…onu tekrarından büyütüp karanfil mesafesine… her gün
vuslata erme ümidiyle düşüp…çağ yangınına korunak olacağım…lakin geldi
benim mah cemal-i ruşenim elisa çöllerinden…ve bir elisa…ve iki… ve üç
elisa düştü kuzeybatı coğrafyalarına… bu sırrı kim bilecek…ey sevgili
zaatından başka kim beni ben edecek…“ bir ben var bende… benden gayru”
derviş nidasında ermiş… aşkından suzan olmuş zaatları… senden gayrı kim
bilecek…

Mehmet KELEBEK

En Sevgili’ye

ey sevgili!…eğer gönlüme tesir eden bir nefeslik iç çekişim olsaydı
sararmış benzinde suzan olurdum…derbanda ve asumanda ay yüzün olsaydı
aşkın hevesinden gönlüme bıkkınlık gelmezdi…. öyle kuvvetli ki
arzularım şimdi isyana tevessül etmekte esaretinden…öyle özge canım belirdi
ki kemaleti öğreten oldum, dırahşan ve pesendide yüzünden…

ey sevgili!… önceleri senin elinden isyan ile şikayete giden ben
olurdum… masiva aşkına feryadım tamam olunca…sonraları bezm-i alem feryadıma… saçlarındaki hüznü sarmaşık kıldı… ve saçların dökülünce saçaklarından onu ilk gören bahtı kara ben oldum…işte bu yüzden!… tam bu yüzden!… ah ile zar oldum elinden… gönlüme firak ve bitab düşerken…

ey sevgili!… ne zaman döneceksin letafet dünyasına… aşık-ı şuride
suzan oldum… hayretlere gark oldum… can oldum… canan oldum… heyulasına
dahi gül-i baran oldum… belli bir vaktin kader dendiği iyiliğe vuslat
kalbim… özge canın gülistanında mahzun…aşkına nalan olunca büyülü gözlerin
sığınağım oldu…

ey sevgili!…ender güzelliklerde seyr-ü sefaya dalan aşkın harp meydanındayım şimdi… yeter ki bir huzmecik asalet ver asilliğinden… o zaman razıyım gamınla cehalete kayıt düşülmeye… sözlerden düşmüşken murada…erdim de derviş oldum… kemaleti öğreten olunca, anladım ki erimişim çağ yangınında…

ey sevgili!… önceleri gönlümde nezaketle derlenmiş arzular vardı
çiçek çiçek… ol sebepten serkeş ve sergerdan gezindim kelebek kelebek…
divane! ah çeken aşıkların dilinden güler yüzümle geldim sana…yine de meyl
etmedin bana… vel hasılı ol sebepten hem vallahi hem billahi gördüm
dırahşan-ı dideni… üzüntüden en acılı arabesk duygulara büründüm… lakin
cümbüş ederken barlarda gördüm seni…

ey sevgili!… özge canımdan bezdirirken beni… ve benden cümbüş ederken
sefası…kaldı yalnızlığımda ağıtın, baştan sona cefası…ilk ve son nefes
kadar aralarda… sen ve ben olan aşkın narı… emrine amade dert ile
efganı… suzidil, suzinak geldi geçti aşktan… hem neyden… hem rebabtan …

ey sevgili! aşkına dideban olup geçtim yeni yeni engellerden… yalnızlığı kaç dersten çıkardığımı bulmalıydın sen…ve bir…ve iki… ve üç… ve dört
üftadem… bütün basamakların rakamlarında buldum seni…kaybeder miyim
desem kayda değer miyim… geçmiş, şimdiki ve gelecek zamanın
aralığından…şubatından…martından…nisanından kalan ince bir sızı gibiyim…

Mehmet KELEBEK

Yılların Ardından

Kalemi ele almayalı uzun zaman olmuştu sanırım. Ne ben o eski bendim ne zaman olgulara acımıştı. Bildiğim her şey süratle ve bana aldırmadan değişiyordu çevremde. Alışık olduğum ne varsa beni yalnız bırakıp başka bedenlerde yaşamaya gitmişlerdi sanki. Duraksız zamanın duyguları bekleyen tek durak sakini, tek bekleyeni ben kalmıştım. Kaybolmuş şehrin türküsü dudaklarımda eskicinin geçmesini bekliyordum. Oysa eskici bile terk etmişti bu enkaz yığınını. Kimseden aman, kimseden acıma yoktu geldiğimiz zamanda. Ben inatla insanlığa dair, güzelliklere dair sevdalar peşindeydim. Kişisel bir şeydi bu tabii ki. Yoksa toplumun genelini böyle dipsiz bir kuyuya çekme amacında değildim. Yasalarımız zaten böyle bir kaosa izin vermiyordu. Kimin yasalarıydı bunlar bilmiyordum ama uymakla zorunlu olduğumu hissediyordum. Yasa koyucular bizden daha iyi düşünen insanlar olmalıydı, onlar koymalı biz uymalıydık, uymazsak zaten uydurtacak birileri çıkacaktı. Yetkili mercilerden çektiğimiz kadar kimseden çekmeyecektik zaten hayatımız boyunca.

Her şeyi bir mevsime bağlamıştık. Denize yazın girmeli, kışın evimizde oturmalıydık. Soğukta palto, sıcakta tişört giymeliydik. Tişörtü bile karşılayamamıştık bir başka sözcükle. Bunun başka bir açıklaması yoktu. Gökyüzünün tek rengi olan mavi mevsimlere göre değişse de bizim için hep maviydi. Geceleri bile “gece mavisi” dediğimiz şeye tapınırdık. Her birimiz tanımlamaların dışına çıkmaktan öyle korkardık ki, sonunda tanımlamalar bizi yerdi. Boşlukta kalan tek bir kelime bile hayatımızı kaosa sürükleyecek gibi dururken, kelimeler resmi geçitinde kendine yer bulan diğerleri bize bıyık altından gülerdi ve yarattığımızın esiri oluşumuzu gözümüze sokarcasına simgelerlerdi. Korkuyorduk, evet,dehşetle korkuyorduk. Ama neydi bu korkumuzun nedeni? Kalkıp binlerce nesne ve kavramı sayabilirdik. “Bakın, işte bu sinek korkutuyor beni, sıtma olursam ne olacak? Kim kurtaracak beni? Ekmeğimim, aşımı ve umudumu kim sağlayacak?”

Umudun ve sevdanın ardı sıra gidiyorduk. “Genel müdür olup Mercedes alsam” ya da “şu kız benim olsa” diyorduk. Diğer insanlar ve onların umutları, sevdaları, yoklukları ve çoklukları ürkütüyordu bizi. Her an birileri bizi dolandırabilir ya da ortaya çıkıp sen şu tarihte yatağının ıslattın ver bakalım hesabını diyebilirdi. İtibarımızı dolara endekslememiz şarttı artık, yoksa her an değer kaybedebilir, 70 sentlik bir insan haline gelebilirdik. O zaman insanlık borsasında ne değerimiz kalırdı? Neye tutunurduk? Tüm bunları aşmalı ve kaygısızca ve dilencilere acıyarak ve altımızda arabamız, güzel eşimiz ve çocuklarımızla sefahate dalarak, rahat rahat ömrümüzü geçirmeliydik. Biz bunun için eğitilmiştik. Diğerlerine ne olduğu sonuçta onların problemiydi.

İşin en garibi ise tanımlamaların toplumdan topluma, kişiden kişiye değişmesiydi. Oysa farklı söylenseler de sonuçta hepsi aynı kapıya çıkıyordu ve biz bu kapıyı zorlamıyorduk bile. Sadece onların ardına takılmakta buluyorduk mutluluğu. Bunun sorumluluğunu da “düzen” adını verdiğimiz bir kavramın üzerine yıkıyorduk. Yaptığımız her hareket düzenin bir gerekliliğiydi. İnsanları dolandırırsak eğer, bu bizim değil, düzenin suçuydu. Bizim içimizde kötülük yoktu aslında. Düzen bizi kötü ve acımasız davranmaya zorluyordu. Belki o olmasa hepimiz iyi ve güzel insancıklar olacaktık. Ne kötü bir şeydi şu “düzen”. Umutlarımız vardı bizim ama onun yüzünden erişemiyorduk. Çocuktuk,nelerden korktuğumuz belliydi. Aç kalmaktan korkardık, karanlıktan korkardık, dayak yemekten korkardık. Ölüm uzak bir ihtimaldi, aklımıza bile gelmezdi o. Kelimelerin bizi korkutması ise ancak bir anlıktı. Öcülerle addaya gider, bölerle uyur, bostanlara girer ve annemizin inadına lahanayı yerdik.

Her şeyi mevsimlere bağlamıştık. Bahar, sevdaların da, doğa gibi, çiçek açtığı mevsimdi. Kuş sesleri bizi coşturur, çiçekler fallarda yıpratılırdı. Sonraları telefonlarla bir nebze de olsa kurtardık çiçekleri. Sokak falcıları, sokak satıcıları, duygu pazarlayıcıları, düşünce tüccarları gördük sonra. Her şey çılgın bir debiyle değişiyordu. Bu sırada oldu olanlar. Önce kendimi biz kavramının dışına çekmeye uğraş verdim. İşin püf noktası buydu belki de. Çünkü ben’e yaklaştıkça biz’i daha rahat algılamaya başladım. Biz’in bir ben’ler topluluğu olduğunu anladım önce. Her bir ben bir araya gelince, biz’leşiyordu. Biz daha sonra insanları bencillikle suçluyordu. Normalde biz’e uymayanın ben’e de uymaması gerekiyordu ama iş pratikte o kadar da kolay değildi. Bazen “ben” benliğini hatırlıyordu çünkü.

Biz hep ikinci ve üçüncü tekil şahısları sorguladık bugüne dek, hep suçluydu onlar, biz hep masum ve iyi niyetliydik. Ama bir yerde tıkandık hep, çünkü kendimizi sorgulamadık, ne olduğumuzu, ne olmadığımızı, ne yaptığımızı hiç sormadık kendimize. Sonuçta başarı hep uzak kaldı bize. Çünkü biz başarısızlığımızın ve saldırganlığımızın farkında bile değildik Biz, biz değildik ve bu döngüde “ben” ben olamazdım.

Herkesi yargılıyoruz, her şeyden hesap soruyoruz, sadece kendimizi dışarıda bırakıyoruz bu müthiş sorgulamada. Çünkü kendi hakkımızda bir yargıya varmanın ne denli zor olduğunun bilinçsizce de olsa ayırdındayız. Çünkü diğerlerini yargılamak, onlara, onların dışında kulplar takmak öyle kolay ki…. Hiçbir yaptırımı yok bunun. Mesela kolayca “şu kişi şöyle biridir.” diyebiliriz, gülüp alay edebiliriz, kızabilir, sitem edebilir hatta küfredebiliriz. Çünkü yüce adalet duygumuz, kendimiz dışında herkesi küçük görmeye, kıskanmaya ya da haddinden fazla büyütmeye yeterli ve haklı görür kendini. Bize bulaşmadığı sürece tüm nesne ve özneler görece olarak iyidir ama her an bizim için potansiyel birer sanık durumuna düşebilirler. Ve hem savcısı, hem avukatı,hem jürisi, hem de hakimi olduğumuz kendi mahkememizde acımasızca ve hiçbir açık kapı bırakmadan yargılara varır sonra bu görece yargılarımızı, oyunumuz bozulduğu zaman, o güne uyarlayarak başka bir kapıya çıkartırız. Bunu denetleyebilecek bir yasa çıkartılmamıştır henüz. Çünkü her insan kendine göre bir senaryo yazar yaşantısı üzerine, çünkü her insanın zamanla değişen kendi yasaları vardır. Bu yasalarda dokunulmazlık seviyesine erişen tek özneyse doğal olarak “ben” dir.

Sonra insan – ki her insan yapamaz bunu – bir gün “ben” i yargılamaya başlar. İşte o an geçmiş yargılarının, saplantılarının, komikliklerinin ayırdına varır. Kendiyle alay etmesini, kendini kendisi gibi ortaya sürebilmesini ve nihayetinde kendisi dışındakileri yargılamaktan çok önemsemesini ve sevmesini öğrenir.

Aynayı kendime çevirmeliyim artık, tam alacalandığı noktasına yüzümün. Yitip giden üretkenliğimin gidişine hüzünlü gözlerle bakma budalalığından kurtarmalıyım kendimi. Yoksa bir başıma kalma sıkıntısı gibi bir derdim olmayacak. Sorguları ve cevapları iteceğim bir kenara. Yazdıklarımın ifade ettiği gerçekler yiyecek beni. Bu ben değilim ! Böyle durağan, böyle sessiz kalamam artık. bastırılmış bir korkuya itilmiş bir benliğe yani “onluğa” mahkum edemem kendimi. Nedir bu? Neyi değiştiriyorum? Çırpınan bir karaltı olmak var işin sonunda ya da cesurca göğüslemek yaşamı. Ben ikisinde de rol almıyorum sadece yaşıyorum. Hayır! Bu böyle olmayacak. Zamanı ve kendimi sorgulama anı artık. Bunu ya şimdi yapacağım ya da sonsuza kadar susacak yüreğim.

“Hayat bizi bekliyor, gitmemek olmaz” demişti şair haklıydı da kendince. Bir yaşam gerçeği vardı ortada, zorlanan kapılar vardı. Ikınarak doğurmak gerekiyordu mutluluğu, mutsuzluğu. Hiçbir şey kendiliğinden değildi, sebepleri vardı, emek istiyordu. Var olan yaşamak gerçeğinden marjinal fayda sağlamak önemliydi artık ve doyumsuzluk da doyumun bir boyutu olduğundan insanlar bu faydanın sonsuzluğuna inandırıyorlardı kendilerini. Artık demode olmuş, harekeretten, ihtirastan ve döngülerden uzak duygular peşinde koşmuyordu kimse benim gibi. İnsanlar artık daha bir bilincindeydi yaşamın. Bir şarkı sözünde belirtildiği gibi artık birbirlerini Tanrıya şikayet edebilmekteydiler. Hiyerarşik düzeni bozmuş olmanın rahatlığıyla, abone olup, ailevi kurguları bozabilmektedirler. İsyan duygularının bu gelişmişliği karşısında benim iniltilerim yalnızca fısıltı boyutunda ele alınabilir artık. Artık yarı tanrı pop şarkıcılarının “ben sizin babanızım” bile diyebildiği aktif ve saldırgan bir sürece girilmiştir. Herkesin gözü daha bir açıktır, televizyonda banka satılmaktadır, insanlar bunu seyretmektedir. Her şey şeffaftır. Çetelerimiz bile var artık. İtalyan mafyasına ya da Amerikan CIA filmlerine özenmek zorunda değiliz. Çağa ayak uyduramama sorunu benimkisi. Bir de bugünlerde kafayı konuşmamaya takmışım. Kimim ben? Ne olduğumu sanıyorum? Neymiş efendim konuşmak hiçbir şeyi halletmiyormuş. Bir sor bakalım halledilecek bir şey kalmış mı? İnsanlar her şeyi halletmiş, ben yine geç kalmışım. Bu yüzden yapay sorunlar üretiyorum. Geçenlerde paradigmalardan bahsetmişlerdi. Galiba bir ben kalmışım paradigmalar sahip oysa herkes enigmalara (ne demekse bu) karışmış. Evet, kim inkar edebilirdi yaşadığımızı. Bir başka şair “şu ana kadar ölmemiş olmam bir anlamda yaşadığımın bir göstergesidir, bir anlamda da hiç de öyle değil” demişti. Öyle çok şey söylenmişti ki yaşamak üzerine. Ve her şey üzerine öyle çok şey söylenmişti ki her ağzımı açışımda sadece taklit ettiğimi sanmaya başlamıştım. En saçması bile söylenmişti.

Zırvalama hakkım bile alınmıştı elimden. Bu küresel komedide kendime “ikame edecek yer bulamayan” ben, gerçek sözler ve gerçek yaşamlar üzerine ne bilebilirdim ki? Yazılacak bir şey kalmış mıydı acaba? Yoksa artık her şey tekrardan mı ibaretti? Ara sıra kalemin ucuna geliveren satırlar, bir gerçeği ifade etmekten çok, eğreti bir hayali doğrulamaya çalışıyordu. Kimse ilgilenmiyordu artık bunlarla belki de. Herkes kendi doğrusunu bulmuş diğer doğruları yalanlamak için sırada bekliyordu. Hayati bir önemi vardı bunun. Yaşamak adına yapılacak fazla bir şey kalmamıştı zaten. Sanki uluslararası bir senaryonun son dakikalarına gelinmişti. Biraz sonra bu film bitecek ve herkes kendi yorgun yaşamına, filmin kahramanlarını taklit etmek için, geri dönecekti. Karanlık sinemadaki karakterler bir bir gün ışığına çıkacaktı

“Beyaz perdedeki gibi şaşıracak, oradaki gibi gülümseyeceklerdi. Bütün ipuçları aynı oradaki gibi açık ve net bir gerçeği işaret edeceklerdi.” Karanlıkta hiçbir şey kalmayacaktı. Çünkü insanlar rollerini çok iyi biliyorlardı artık. En basit figüranlar bile büyük bir ciddiyetle eğileceklerdi rollerinin üzerine. İlahi adalet yerini bulacaktı. Peki, peki ama benim rolüm neydi bu hengame içinde? Ben neyi temsil ediyordum? Hangi kahramandı bana damgasını vuran? Ben açıkta mı kalmıştım yani? Çokoprens almaya mı yollamışlardı beni? Eğer rol dağıtımından haberim yoksa, yaşanan aksaklıklardan nasıl sorumlu tutuyorlardı beni? Biri cevaplamalıydı bu soruyu. Etrafımızı saran bu yalan perdesini yırtıp atmak hiç de kolay değil biliyorum. Bu bana acı verse de yırtmak için yeterince çaba harcamıyorum. Tüm cevapları bir başkasından bekliyorum. Oysa bu yaşam benim.

Ufak oyunların ufak insanlarıyız aslında hepimiz. Eğreti sevinçlerimiz, saçma dertlerimiz var. Kolay yargılara varıyoruz. Kolay siliniyoruz. Derinlemesine irdelediğimiz hiçbir şey yok. Her şey yüzeysel, her şey yapmacık. sevdayı, aşkı bile küçük karaktersizliklere indirebiliyoruz Devinen bir yıkkınlıkla ilerliyorum. Bu gidişe dur demek istemiyorum belki de. Yıkkın, yılgın ve bıkkın görünmek ya da diğerlerinin beni öyle sanmasını sağlamak garip bir mutluluk veriyor bana. Oynayabildiğimi hissediyorum. Demek ki kandırabiliyorum onları,beni kendileri gibi birisi sanıyorlar, oysa ben bile bilmiyorum nasıl birisi olduğumu. Zayıf olduğumu hissediyorum yarım bırakma konusunda da oldukça başarılıyım.

Aslında hep İngiliz gibi başlıyorum ama gerisi gelmiyor. Kesin kurallarım yok ama diğerleri böyle bir şeyin olduğunu sanıyorlar. Uzun söylevler vererek onaylıyorum ben de onları. Şöyle yaparım, böyle ederim diyorum. Gözümün içine baka baka inanmadıklarını haykırıyorlar. Cümleleri ise beni onaylıyor. Belki de bu yakıyor içimi. Birisi karşıma çıkıp “bir halt edeceğin yok senin” diye haykırsa hemen kendime geleceğimi sanıyorum. Tüm bildiklerimi ve okuduklarımı unutup o kişinin doğrularıyla yaşayacakmışım gibi geliyor. Oysa bu hakkımdan mahrum ediyorlar beni. Belki de kendi doğrularımın yalanlanması düşüncesi bunlardan alıkoyuyor. Peki ne yapmak lazım o zaman? En büyük ilaç olan unutmaya mı sarılmak lazım? Zaten toplumsal unutkanlıkta başı çekmiyor muyduk? Ben de bu toplumun bir üyesi olarak bireysel unutkanlık hakkımı kullanmalıydım.

Neleri unutmadık ki. Herkes bir şeyleri unuttu. Bense unutulmaması gereken şeyleri unuturken ( ya da unutuyormuş gibi yaparken), unutulması gereken birçok şeyi unutamadım. Aklımda kalan şeyler hep görece önemsiz şeylerdi. Borçlarımı unuttum, alacaklarımı unuttum. Bu yüzden hep eziklik duydum. Uzun zaman evvel biten, yiten, giden (ne derseniz deyin) şeyleri bir türlü unutamadım. Sözcükleri, en çok da insanların söyledikten sonra bir köşeye attıkları kullanılmışlıkları bir türlü unutamadım. Hani bana şöyle demiştiniz diye hatırlattım ama kimse hatırlamadı. Ama benim söylediklerimi ve yaptıklarımı pek unutmadılar. Beni unuttular bu arada, benim de “birisi” olduğumun farkına varmadılar belki de. Oysa be en çok hatırlanmak istiyordum. Benim ben olduğumun tüm ay sınıfı yargı organlarınca kabul edilmesini istiyordum. Oysa ben de unuttum bazılarını. Adlarını unuttum, yüzlerini unuttum. Zaman geçti diye avuttum kendimi oysa zaman insanlardan daha önemli ve kalıcı değildi. Beni bu yana sürükleyen bir şeyler olmalıydı. Daha bu yanın tarifini oturtamıştım. İyi ya da kötü diyemiyordum. Yorgunluk ve heyecan birbirini takip ediyordu ama bunu yaparken belli bir kurala uymuyorlardı. Herhangi bir devamlılığı yoktu. Kesintiler belirsiz sürelerdeydi. İnsanlar etrafımda bir şeylerden bahsediyordu. Sesleri sanki benim olmadığım bir yerden playback olarak veriliyordu. Kimse söylediklerinin anlamını vermiyordu bana. Daha çok biçimsizlik hakimdi olanlara.

Kelimenin bittiği yerde devinen bir yalnızlık başlıyor sanki. Ama sarhoş bir hava veriyor insana. Gözler, sanki daha bir şehla bakıyor tüm olan bitene. Yine de bir yanımız tüm açlığıyla saldırıyor insanlara. Ve ben dinilmek, iniltisiz bir yaşam sürmek isterken sanki daha bir fazla batıyorum olaylara. Yılgın bir yanım var, kendimden yana. İçe döndüğüm her dönem dışarıya açılma isteğim artıyor. Sözcükler arıyorum iletişim için. Kendi sözcüklerimle yakalanıyorum. Gözlerim sönükleşsin istiyorum, kimse bir şey okuyamasın. Anlamsız bir edilgenlik, anlamsız bir devinimin kucağında öylece salınayım istiyorum. Dost arıyorum ama konuşmadan anlaşabileceğim. Her biri benden beş beter insanlar olmalı, onlar konuşmaya başladı mı ben susmalıyım. Yitip giden sadece zaman olmamalı. Geriye benden yana bir şeyler kalmalı artık. Amacım ölümsüzlük değil bir kalıt bırakmak bu dünyaya sadece.

Yılların ardından değişen sadece yüzler değil. Konu olan yitirdiğimiz nesneler değil, kendimizi yitiriyoruz. Bu ne idüğü belirsiz yalınlıkta ben kendi fotoğraflarıma bakarak bir şeyler çıkarmaya çalışıyorum. Yıllar öncesinin o afacan çocuğu değilim değilim artık mesela, şimdi güldüğüm zaman bir neden istiyorlar, suratımı asıyorum bir açılama bekliyorlar. Yıllar öncesinin sevimli öğrencisi de değilim. O zaman evimi özlediğim de ağlayabiliyordum, şimdi ağlayınca çocuk musun diyorlar. Ama ben de uydum onlara, uzun zamandır bir damla yaş akmadı gözümden, çok istedim ama olmadı. Biliyorum, değişen sadece yüzler değil, benim değişen ve yüzümün yaptığı sadece buna uyum sağlamak. “Bat dünya bat” Ama ben nereden bileceğim. Yazmayalı çok oldu, yazar eskilerini ne yapıyorlarsa onlardan olmak istiyorum artık. Mümkünse tekrar yazmak istiyorum, yaşadım diyebilmek için ama bunca şey izin verecek mi acaba? Yazmak yaşamaktır, değişmek, böylece değişmek, ölüm.

Dündar Bayram

Yeni Şiir

Yeni şiir başka, yeni şair başka… Yeni şiir dıştadır, yani bugün yeni şiir denilen şey, dış bakımdan eski şiire benzemeyen şeydir: değişik kalıpta; ama öz değişmemiş olabilir. Yeni şair ise şiire, kendisinden önce gelenlerin eserlerinde bulunmayan bir öz getirmiş olan adamdır. Onun şiiri dıştan bakılınca, eski şiire tıpkı benzeyebilir. Nedin de Baki gibi, Naili gibi gazeller, kasideler yazar, hem de hep o konular üzerinde yazar. Ama içten bakınca onun şiirinin Baki’nin şiirinden, Naili’nin şiirinden apayrı olduğunu görürsünüz: “Bu söz Nedim’in sözüdür” dedirten bir hali vardır. Galip için de bunları söyleyebiliriz. Nedim ile Galip edebiyatımızda birer yeni şairdir, bütün büyük şairler birer yeni şairdir. Yeni şairin başlıca vasfı eskimemektir. Nedim eskiyemez, Galip eskiyemez. Villon, Hugo, Rimbaud eskiyemezler. Yahya Kemal eskiyemez (yani ben onun yeni bir şair olduğuna, yeni bir şair olduğu için de eskiyemeyeceğine inanıyorum.)

Yeni şiir ise eskidir. Bir zamanlar gazel yazmak da elbette yeni, yepyeni, züppelik sayılacak bir şey olmuştur; aradan yıllar geçip de herkes alışınca gazel yazmak eskimiştir. Vezinsiz, kafiyesiz şiir yazmak elli yıl sürerse, o çeşit şiirlere ama bizim için eski bir aşinadır. Bir de İstanbul’un bizim çocukluğumuzdaki bir tahtası kalmadı. Edebiyat-ı Cedide bize ne kadar köhne geliyor…

Böyle söylemekle yeni şiiri, vezinsiz, kafiyesiz şiiri kötülemek mi istiyorum? Hayır, onu ne kadar sevdiğimi yıllarca söyledim durdum. Şairin keyfine karışmam: Vezni, kafiyeyi ister kullanır, ister kullanmaz. Ama bir şiiri vezinsiz kafiyesizdir diye ille yeni bulanlardan da değilim.

Vezin, kafiye dış kalıplardır. Bir dış kalıp olduğu gibi bir de iç kalıp vardır. Bugünkü şairlerimizi incelediğimiz zaman bulduğumuz ortak vasıflar iç kalıptır. Dış kalıp nasıl eskirse iç kalıp da öylece eskir. Diyelim ki bugünkü şiirin, genç şiirin başlıca vasfı, bazı kimselerin söyledikleri gibi yaşamak sevgisi, yaşamaktan duyulan hazdır. Gün gelir, bu konudan bezilir, yaşamaktan duyulan hazzı söylemek eskir. Öyle ise yaşamak hazzı, bugünkü şiirin iç kalıbıdır: vezinsizliği kafiyesizliği gibi onun üzerinde de çok durmaya değmez. Yarın eskiyecek bir yenilikten bana ne? Ben ona yenilik dersem bundan yüz yıl sonra gelecek insanlar: “Şuna da bak! Bu kadar eski bir şeye yeni diyorlar!” demezler mi? Benim bugün yeni sayacağım şey, bundan beş yüz yıl, bin yıl sonra da yeni gözükmelidir.

Gerek bugün, gerek bundan bin yıl sonra yeni gözükecek şey ise ancak bir şairin, bir sanat adamının kişiliği, kendinden başka kimsede bulunmayan vasfıdır. Yeni şair Homeros, yeni yazar Montaigne…

O yenilik eskimediği gibi ona benzemek de kimsenin elinden gelmez.

Bir şairin, bir sanat adamının nasıl değeri herkesten başka olmasında, kimseye benzememesindedir demek istiyorum? Şair, sanat adamı bana hiç benzemiyorsa, yalnız kendini söyleyip de beni söylemiyorsa ondan bana ne? Ben bir sanat eserinde kendi sevinçlerimi, kendi acılarımı görmeliyim ki ona ilgi gösterebileyim, onu anlayabileyim. Yoksa bana büsbütün yabancı kalır. Onun karşısında bir şaşkınlık duyabilirim, ama sevemem, kendi hayatıma karıştıramam.

Hayır, bir sanat adamının kişiliği herkesten başka olmasında değil, herkesle bir olmasındadır. Yalnız kendisinde bulunan bir şeyi söyler, ama onu söyleyen bütün insanları söyler. Yalnız kendine vergi olan bir söyleyişi vardır ki, onda her insan, küçük büyük her insan kendini bulabilir. Yeni şair: “Malumdur benim suhanım mahlas istemez” diyebilen, bunu haklı olarak söyleyebilen adamdır; ama bu: “Benim şiirimde yalnız ben varım” demek değildir: “Benim şiirimde bütün insanlık vardır, ama bunu ancak ben böyle söyler, sezdirebilirim” demektir.

Öyle ise yeni şair, yeni sanat adamı insanda, kendisinden önce bilinmeyen birtakım duygular bulan, yahut o duyguları yaratan kişi midir? Hayır, hiçbir sanat adamı insanlıkta yeni bir duygu bulmaz, yeni bir duygu yaratmaz. Zaten var olan duyguları söyler. Ancak öyle söyler ki biz o duyguların, o şairin söylediğinden başka türlü söylenemeyeceğini, o şairin o duygulara en uygun deyişi bulduğunu sanırız. Yeni şair, eskimeyen, ölmeyen yeni şair, bir dil arasından insanlara kendilerini en iyi anlatacak, sezdirecek şekiller bulmuş olan adamdır.

Nurullah Ataç

Yarına İnanmak

Sevgi, inanış, güven, acıma, saygı gibi varlığımızı ilgilendiren türlü insanlık duygularının bozulmadığı her devirde ve her yerde sanat ve edebiyat ciddiye alınmış, değer taşımıştır. Ciddiye alınmayan gerçek sanat hiçbir yerde gösterilemez. İkinci savaş sonrası kuşaklarına giren yazarların çoğu, ciddilikten yoksundur. Ünü ucuza mal etmek yüzünden çocuk denecek yaşta olanların bile ağıza alınmaz deyimlerle yüz kızartacak sözde şiirler düzmeye, iri iri laflar ederek eleştirmeler yazmaya kalkıştıklarını görmedik mi? Bıyıkları yeni terlemiş bir delikanlının “dünya sanatında” diyerek eleştirmesine başladığını okuyunca dünyanın avuca sığacak kadar küçüldüğünü görerek içim burkulmuştu.

Bizim bildiğimiz medeniyetler sanatı ve edebiyatıyla ölçülür. Eski Yunan medeniyetinden sanatını ve edebiyatını kaldırınız, geriye ne kalır? Yirminci yüzyıl Türk medeniyeti, her halde yukarıdaki anlatmaya çalıştığım bu çeşit eserlerle kurulmayacak. Şairlerimizin, eleştirmecilerimizin, bir kelime ile bütün yazarlarımızın çoğunlukça öteden beri takip ettikleri Fransız edebiyatı Dadaisme (Dadaizm)’den ve bir sürü “isme(izm)” ile biten türedilerinden mi ibarettir? Bunlardan kaçının adı hatıralarda kalmıştır? Ne şiirin, ne sanatın yenisi eskisi olur. Sadece sanat vardır. Hangi şiir Baudelaire’inkilerden daha şiirdir? Yeni kelimesini ağızlarından düşürmeyenler ya tükenmiş olanlar, ya da kendilerinde yaratma gücü bulunmayanlardır. Yenilik diye ortalığı bulandırmakla gerçek bir şey kazanılmaz. Bulanık suda balık avlandığı sanatta görülmemiştir. Gelecek günlere, yarına inanmayan toplumların yaşamayacakları gibi yarını, yani sürekliliği düşünerek yazmayanların, yazdıklarının yarın açısından sorumluluğunu taşımayanların yaşayamadıklarını tarih ve edebiyat tarihleri gösteriyor. Ama ne tarihin, ne de edebiyat tarihinin okunduğu var. Ölü doğmuş, iddialı sanat ve edebiyat eserlerinin tarihi yazılsa ciltler yetmeyecek.

Ben, sanatı ve edebiyatı insan varlığının en kutsal yaratışlarından biri sayarım. Gerçek sanat eserlerinin de, yarına geçecek değerde olduğuna inanan sanatçıların ellerinden çıkmış olanlar arasında bulunacağına inanıyorum. Zaten bana bu satırları yazdıran da bu inanış oldu. Tabii yarını, geleceği masal sayanlar, günü gününe yaşamakla yetinenler, diledikleri gibi düşünüp yazarlar. Bu, onların bileceği iştir.

Suut Kemal Yetkin